30 Haziran 2011 Perşembe

Bir kaç mekan...

Ne yazık ki bizim iş  kültürümüzde bir mekanı uzun süre yaşatmak gibi bir alışkanlığımız yok. Özellikle İstanbul'da mekanlar daha çok fast-food mantığı ile çalışıyor. Gerçekten bir mekanı uzun süre yaşatmayı başarabilen işletmeci sayısı hani belki bir elin parmakları ile sayılabilir durumda zannediyorum. Uzun süreden kasıt ne demek derseniz benim için  40-50 yıl en az derim ama göreceli bir ifadedir dolayısı ile herkesin uzun süresi farklı olabilir. O yüzden aldığımız tatlar, sevdiğimiz mekanlar değişiyor. Geçen gün düşündüm; babamla ikimizinde aynı yaşta gittiği çok az mekan var mesela....
Her neyse benim için bazı mekanlar var yıllardır gerçekten severek gittiğim ve her anlamda tat aldığım.

Nişantaşı eskiden bana hep uzak gelirdi. Ancak haftasonları ve özellikle gündüzleri gittiğimiz bir adresti. Ama tabii ki eskilerde daha meskun bir mahalleydi. Geceleride giderdik ama ya Plaza yada Zihni'ye. Gündüz adreslerimiz başkaydı. Herhalde 20-25 sene oldu Tatbak'a ilk gidişim. İşin doğrusu 25 yıl önceki hali ile bugün arasında neredeyse hiç bir fark yok. Elbette ezogelin çorbasında'da yoğurtlu kebabında'da , soğansız harika lahmacununda'da  ve tel kadayıfında'da yıllardır aynı tadı bulabiliyorsunuz. Doğru bir işletme nasıl uzun süre aynı standart ile yürür iyi bir örneği Tatbak. Akşam 21.00'den sonra açık olmaz, pazarları kapalıdır, garsonları burada yaşlanır, çoluk çocukta gidersin, tek başınada oturursun, kapıdan çevrilmezsin vesaire...Tatbak ucuz değildir ama yediğinin hakkını fazlasıyla verir ve sende ne ödüyorsan düşünmezsin.Kısacası işini iyi yapan insanlardan oluşur. Kendine kebapçı denen afilli isimlerin yanında tadıyla tuzuyla en keyif alarak yemek yediğim adreslerden biridir.

Şimdiki ofisimde Nişantaşında olduğundan yine bir Nişantaşı örneği vermek isterim. Kzım Leyla Amerikan Hastanesinde doğduğu ve uzun bir süre Nişantaşı 2.adresimiz olduğu için "Çağrı Büfe" benim için İstanbul'da büfe ve özellikle döner konusunda üzerine söz söylenmeyecek bir adres. Bir büfe bir döner sandviçi bu kadar aynı standartta yapabilir mi diyorsanız cevabı Çağrı Büfe'dir derim. 2 kere gidin ve tadın.Küçücük bir mekan, içinde 4 kişi arı gibi çalışıyor. Et konusunda -İlkay sağolsun- evlendikten sonra daha dikkat eder oldum, kalitesi ve kokusu artık fazlasıyla öncelik taşıyor. Çağrı Büfede bunların hepsi fazlasıyla var. Etin kalitesinden, pişme süresinden, sandviçinin tazeliğinden,ayranın soğukluğundan her zaman emin olabilirsiniz. Birde Bebek'te ve Etilerde 2 yada 3 katı fiyata 2 yada 3 katı kötü olanları yediğiniz zaman Çağrı Büfe'nin tadına doyum olmuyor.

Bir başka adres biraz daha uzakta, Kireçburnunda. Yıllar önce bir arkadaş tavsiyesi üzerine gittik Set Balık'a.Ve o günden sonra gittiğimiz her başka balık restoranını Set Balık ile karşılaştırdık.Mezeler her zaman taze ve başka hiç bir yerde bulamayacağınız değişik mezeleri yeme şansınız var, salatası her zaman diri, balıklar derseniz zaten bir kaç adım önden gidiyor ve birde bol alternatifli tatlı çeşitleri olunca ve bunlar her zaman aynı güzellikte size sunulunca başka bir yer aramıyorsunuz. Restoranın sahibi her daim başında, karşılama elemanları ve garsonlar sürekli güleryüzlü ve anlayışlı, İstanbul bir deniz şehri olmasına rağmen bir o kadar da pahalı balık şehri.Set Balık'ta ise 5 yıl önce aynı miktarda yemek ve içkiye ne veriyorsak şimdi de aynı rakamı ödüyoruz. Standart bozulmadan bu seviyeyi yakalayabilmek ve Kireçburnu'nda da olsa hergece dolu olabilmek kolay değil.

Hepimizin farklı deneyimleri ve yorumları elbette vardır ama benim müşteri olarak bu mekanlarda yaşadıklarım bunlar...

22 Haziran 2011 Çarşamba

Doğduğum 4.Levent....

Ben İstanbul'da 4.Levent'te doğdum. 

70 lerin başındaki 4.Levent İstanbul içerisinde ama sakinliğin ve sessizliğin ötesinde başka bir diyarda uzak bir yerdi o zaman...Benim doğduğum sene o kadar çok kar yağmış ki atlı askerler evlere ekmek dağıtmışlar..Dağ başı misali yani...

Caddeden araba geçince cama koşardık annemle beraber...hele bir kaza falan oldursa olay daha da farklı yorumlanırdı: 2 araba geçmişte kaza olmuş!!! Düşünsenize şimdiyi...Bu söylediğim, Emlak Bankası bloklarının olduğu ve şimdi tam Sabancı Center'ın yanında / önünde bulunan evlerde yaşanan gündelik olaylardı...
Bizim 2 katlı ev bana o kadar kocaman gelirdi ki o yaşlarda. Şimdi gökdelenlerle yanyana durunca bir komedi oluyor. Sokaktan baloncu geçtiği zaman balonları bizim verandaya kadar çıkartır ve beni kışkırtırdı. Kocaman ama gerçekten kocaman ve renkli uçan balonları vardı..Çoğu zaman aldığımızı hatırlıyorum.
Evin camından bakınca ister inanın ister inanmayın ama açık havada karşı kıyıda Çamlıca tepesi ve Kulesi görünürdü.Öndeki bahçeye dedemle beraber 2 tane ağaç dikmiştik. Bugünlerde o kalabalığın, çirkinliğin ve karmaşanın içerisinde etrafta pek yeşil kalmadı ama zannediyorum ağaçlar halen duruyor.

4.Leventte o zamanlar çok fazla oturan yoktu ve herkes yeni yeni taşınıyordu. Dolayısı ile etrafta çok fazla çocuk yoktu.Benim arkadaşlarım anne ve babamın arkadaşlarının çocuklarıydı. Kızlı erkekli ama az sayıda arkadaşım vardı. Tam üst katımızda Dilara Endican ve ailesi oturuyordu. 3 kız kardeştiler ama en küçükleri olan Dilara bile benden 3-4 yaş büyüktü. Çapraz üstümzüde Nazım Uygur, doktor babası ve babaannesi ile otururlardı. En samimi olduğum ve en sevdiğim arkadaşımdı. Yıllar sonra karşılaştığımda Nazım'ın adını Caner yapmış olmasını ve Adnan Hoca'nın en yakın isimleri arasında görmeye çok şaşırmıştım. Karşımızda yine başka bir doktor Dr.Cevdet Hallaç vardı. İki tane çocuğu vardı ama benden yaşça bayağı büyüktüler.Ve arka yan bloklarda tek tük oturanlar..Galerici İzzet Beyin oğlu Murat, Albay Kemal Bey'in oğulları ve kızı hatırladığım arkadaşlarım ve isimler.
Evler numarlar ile adlandırılırdı. 5.Blok, 4.Blok gibi.Bizim ev 2.Blok'tu.Tam karşımızdaki yüksek bina Emlak Kredi Apartmanıydı ve İstanbuldaki en yüksek monoblok binaydı. Yüksek dediğim bina 8 yada 9 katlıydı. Tam yanında ise tek katlı bir yapıda Amerikan UNIVAC firmasının temsilciliği bulunurdu. UNIVAC dünyada üretilen ilk bilgisayar sistemleri şirketiydi. Her yerden uzak bir yer diye herhalde Amerikalılar 4.Levent'i seçmişlerdi. Bilgisayar olduğunu sonradan anladığım büyük makineler ve enteresan dikdörtgen şeklinde delikli sarı karton kağıtları vardı. Ne olduğunu çok merak ederdim.

Mahallede tek bir pastane, bir bakkal ve bir yada iki tanede eczane vardı. İki kardesin sahibi olduğu ve başında durduğu Emek Pastanesi- ki İstanbulda yaşayabilen ve 30-40 yıldır aynı yerde kalabilen ender mekanlardan bir tanesi- süper dondurma satardı. İçerisi tam köy pastanesi gibiydi ama dondurmanın tadı mükemmeldi. Bugünde aynı adreste devam ediyor. Şimdi onlarca binanın / sitenin olduğu eski Perili Köşk şimdi Futbol Federasyonu binasının olduğu yer bomboş bir tepeydi ve yamaçlarında dut ve gül bahçeleri vardı. Bir tek Gıda-İş Sendikasının kocaman camlı binasını hatırlıyorum ki hala duruyor. Gültepe ve Çeliktepe yeni palazlanmaya başlamış gecekondu mahalleleriydi. Çeliktepenin girişinde yakın zamana kadar duran bir IETT garajı vardı.Oradaki otobüslerin dizilişini görmeyi severdim.

En büyük zevkim ise 4.Levent Tenis Klübüne gidip tenis oynayanları seyretmekti. Klüp o zamanlar elbette neredeyse bir-iki baraka gibi binadan ibaretti ama bir sürü kort vardı. Yıllar sonra annemin 4.Levent Klübünün hocası olan Stephan Hoca ile tesadüfi tanışması benim orada tenise başlamama vesile oldu.Çok konuşan ama disiplinli bir insandı Stephan Hoca.Toprağı bol olsun..
4.Levent'ten taşındıktan sonra klübe yıllarca tenis oynamaya gittim.Çok ama çok keyifli zamanlar geçirdim.Tenis okulu sabahtan öğlene kadar olur, klüpte yemezsem öğlen yemeğine Babaannemlere gider- ki o iki yaşlı insanın beni kapıda görünce yüzlerindeki mutluluğu hiç bir zaman anlatamam-, öğlenden sonra akşama kadar arkadaşlarla klüpte kalır,bazen tenis oynar bazen hep beraber oturup saatler geçirirdik...Ne kadar güzel günlermiş.

Anlatacak belki bir sürü başka anı var ama hayatımın ilk 5-6 yılını bir fiil yaşayarak geçirdiğim daha sonrada hiç kopmadığım 4.Levent'ten aklımda kalanlar bunlar...


6 Haziran 2011 Pazartesi

Yıllar sonra Saint Benoit'da Leyla ile bir öğlenden sonra..

Yıllar sonra geçen Cumartesi günü okulum St Benoit'nın Pilav Günü'ne gittim .
Oldum olası şu " Pilav Günü " ifadesini hiç sevmem. Özellikle pazarlama iletişimi gözüyle baktığım zaman ayrıştırıcı bir özelliği olmadığını ve standart bir anlam taşıdığını düşünürüm.
Nedendir bilinmez ama bir çok okulda bu isim altında buluşur.

St Benoit herkes için farklı bir anlam ifade edebilir. Kimileri sever, kimileri sevmez kimileri nefret eder ama benim için - 9.sınıfta 2 dersten ikmale kalıp sonrada sınıfta kalmış olmayı başarmış olsam dahi - hep güzel anılar ile hatırladığım bir dönem olmuştur.1979-1988 arası her sabah 06.30'da Etiler'den Karaköy'e otobüs ile eğlenerek gidip gelmek bugünün çocukları için anlaşılmaz gelebilir ama o dönemin gerçekleriydi bunlar. 

Special 1 veya Hazırlık 1 de Türkçe konuşmamız yasaktı ve konuşurken yakalanan tüm gün ceza olarak bir paslı anahtar tutardı elinde. 
Okulun son din adamı müdürü olan Yves Danjou, İsmet Bilgen, Lalehan Seçkin, Taniz Oralbi, Joseph Edisel, Rejis Medici, Jean Claude Haydu, Basil Hannopoulo,Dora Behiri, Anne Marie Cagnon,,
Hélene Cassin, Ara Kahyaoğlu, Kenan Burkut , Alberto Torreguitart, muhasebede Monsieur Ménadier ve kollukları ile André Tekel, sekreteryada Nadya Lokmagöz ve benim aklımda kalmayan bir sürü başka isim bu dönemde herkesin hatırladıklarındandır eminim. 
1981'e kadar-belki 1982-serbest kıyafet ile giderdik.1980 darbesi sonunda üniforma zorunluluğu geldi. Kız bölümü ile-galiba 1987 yılıydı-Vatikan'dan alınan onay ile birleştik.
Kapalı kapılar, mahzenler, dehlizler bir sürü hikaye vardı konuştuğumuz. Camdan gördüğümüz Abanoz Sokağı komşuları ise (???) ayrı bir heyecandı...

Her neyse Cumartesi günü ise Pilava Leyla ile gittim. Leyla 5 yaşındaki kızım. Bugüne kadar hep dışardan gördüğü ve merak ettiği okulumu bu sefer içeriden göreceği için pek heyecanlıydı. Mezun olduktan sonra ya 3 ya 4 defa uğradım ama çok uzun yıllardır ilk defa gidiyordum. 
St Benoit aynı eskisi gibi hem yeniyi hem eskiyi barındıran garip bir kültür.Uzun koridorlarda sıralanan sınıflarda son model tavandan sarkan projeksiyon makineleri ile white booard'lar var ama aynı koridorlarda belki 200 belki 300 senelik beyaz mermer ve eğri merdivenler, camlı dolaplarda tozlu ama çok tozlu antika telefonlar, büyük vitrinlerde dondurulmuş hayvanlar hala sizin önünüze çıkıyor. Yaşayan ve dünya ile entegre olmuş bir müze gibi sanki. Leyla açık olan bir-iki sınıfa girip öğretmencilik oynadı, şimdi yemyeşil olan üst bahçede şarkılar söyledi,bizim klasik mermer merdivende resimler çektirdi, avludaki yastıklar üzerinde uzandı, pilav yiyip ayran içti ve çok keyiflendi. Okulda asansör olmasına şaşırdı.Garip olan eskiden bana devasa görünen o koridorlar, merdivenler, sınıflar şimdi gerçekten çok normal boyutta geldi. Büyüdüğümüzün (!!!) bir işareti galiba.

St Benoit'da okurken ve sonrasında da hep aynı duyguyu hissettim. Diğer okullardaki bütünlük, birliktelik bizde hiçbir zaman tam ol(a)madı. Bazı dönemler yada sınıflar için bu geçerli olmayabilir ama bütüne bakacak olursak Cumartesi yine aynı şeyi gördüm. Binlerce insanı mezun etmiş Türkiyedeki en eski yabancı okulda en kalabalık katılımı yine son dönem mezunları yada  plaket verileceğini duyarak gelen 40 ve 60 yıl öncenin mezunları yapmıştı. Kendi dönemimden ise neredeyse hepsi erkek ama çok az sayıda sınıf arkadaşlarım vardı. Kızlar yine pek itibar etmemişlerdi bu seneki Pilava. Bu az katılımın nedenini her zaman için sorgulamışımdır. Ancak cevabını daha bulamadım.

Kısaca Leyla ile beraber gerçekten keyifli ve benim anılarım üzerine kurduğumuz ortak bir öğlenden sonra geçirdik. Yıllarca bol hardallı sosisli sandviç aldığım okul önündeki yaşlı ve hasta amcanın büfesinden bu sefer Leyla'ya dondurma aldık. Elbette artık başkası işletiyordu büfeyi. 
Leyla muhtemelen St Benoit'da okumayacak ama şimdiden okulla bir iletişim kurduğu kesin..