27 Aralık 2011 Salı

Katar'dan yol ve trafik manzaralari....


Turkiye'de 1986'dan beri ehliyetli araba kullanan biri olarak Katar'da araba kullanmanin bu kadar delice bir sey olabilecegini acikcasi hic dusunmemistim ama yasadigimiz her gun yeni bir tecrube kazandiriyor...

Dunya Bankasi verilerine gore Katar bu sene Luksemburg'u gecerek dunyanin en zengin ulkesi konumuna geldi. Burada yasayan biri olarak Katar'in OrtaDogu'da, Monako yada Singapur gibi yuksek standartlari olan bir sehir devlet konumunda oldugunu soylemek cok yanlis olmaz. Elbette bu refah ve zenginlik gundelik hayata farkli sekillerde yansiyor. Bu yansimalardan bir tanesi ise yollar. Her nekadar 3 tarafi deniz ile cevrili olsada karayolu son derece onemli. Sedan araba sayisi ise 4x4 ler ile kiyasladiginiz zaman bayagi az. Tum markalarin Korfez bolgesi icin uretilmis modelleri burada. Benzinin litresini 1Riyal-yani 21sent civari bir rakama- aldiginiz icin zaten tersini beklemek abesle istigal olur zannederim. Sedanlarinda yuksek motorlu modellerini goruyorsunuz zaten yani 1.6  yada 1.8 yada 2.0 sedan gormek pek kolay olmuyor. Dolayisi ile yollar hem son model hemde guclu arabalar ile dolu. Butun kadinlar istisnasiz araba kullaniyor.

Katar 1913'e kadar Osmanli Imparartorlugu altinda bir kaymakamlik olarak idare edilmis. Daha sonra 1971'e kadar Ingiliz korumasi altinda  kalmis. Dolayisi ile bu Ingiliz etkisi ile ulkenin yollari bir Bati klasigi olan roundaboutlar ile cevrili hale gelmis. Hic bir yerde normal tipte bir kavsak goremiyorsunuz. Ozellikle yerel suruculer cok hizli ve kontrolsuz araba kullandigi icin roundabout'larda soldan saga, sagdan sola gecisler araba kullanma konusunda super bir ornek ulke olan(!!!) Turkiyeden gelen benim icin bile korkulu bir ruya haline gelmis durumda. Ama alisinca cok rahat hallediyorsunuz.

Trafik isiklari daha farkli bir hikaye.Eger gercekten acele bir isiniz varsa isiklarda ruhunuzu teslim edebilme durumunuz var. Cunku ozellikle buyuk ve yogun roundabout'larda kirmizi isikta yesil isikta 3 dakika'ya yakin bir sure ile yaniyor. Dolayisi ile trafik isiklari benim gibi aceleci ve sabirsiz birini bile muma cevirdi yani mis gibi bekliyorsun. Muma ceviren baska bir konu ise hiz limiti.Ozellikle sehir disi yollarda inanilmaz bir radar kontrolu var ve 120kmyi gectigin anda 500Riyal cezayi yiyorsun. Ama yerel suruculerin buna uydugunu soylemek pek kolay degil.Cezaya razi olduklarini dusunuyorum. Komik olan ise sehir disi yollarda ozellikle sabit radarlar oncesi cok sert fren izlerini gormek. Sehir iclerinde de bazi yollarda 80 yada 100km lik sinirlar var. Bu kadar son ve guclu modelin oldugu bir trafigin kontrolu konusunda ne sekilde olursa olsun bence Katar cok basarili bir performans yakalamis. Yol polisleri ozellikle yabanci oldugunuzu gordugu anda daha kibar ve yardimsever .1 ay kadar once Doha'dan Al Khor'a 4 serit gidis 4 serit donus olan Kuzey Otoyolundan donerken arkadan surekli bir flasor ile isaret veren polis saga cekip durmami rica etti. Sagda durdum. Arabadan indim. Polis elini uzatti tokalastik hal hatir sordu  ve tehlike icerisindesiniz dedi. Niye dedim sasirarak. Arabanizin sol arka lambasi yanmiyor dedi. Peki hemen Al Khor'a gidince baktiririm dedim. Polis 4'lulerinizi yakin ve yola oyle devam edin dedi ve beni Al Khor girisine kadar -ki durdurdugu yerden 15-20 km- eskort ederek goturdu.Arabanin yanmayan bir lambasi icin eskort eden, hal hatir sorup tokalasan polislere biz pek alisik olmadigimiz icin bana cok garip geldi.

Yollardan farkli bir manzara ise sehir icerisinde yada sehir disi yollarda yol kenarinda kaza yada baska bir nedenden dolayi birakilmis kimi zaman son model arabalara rastlamak. Bu arabalar gunlerce bazen kapi cami acik sekilde kaliyor ve hic bir sey olmuyor.Bizde olsa arabanin lastiginden baslar cakmagina kadar talan edilir 24 saat icerisinde.

Iste Katardan yol ve trafik manzaralari simdilik boyle.

20 Kasım 2011 Pazar

Icki ve insallah...

Herkes soruyor: Katar'da icki icmek yasak mi ? Soruyu nasil aldiginiza ve size bagli kolay bir cevabi var aslinda : Evet Katar'da icki icebiliyorsunuz ancak -bu bizdeki ifadesiyle- kamusal alanlarda degil. Yani bu su demek: Sokakta yürürken içkili bir restoran-bar goremiyorsunuz yada herhangi bir acik mekanda icki icemiyorsunuz. Bir yabanci olarak ickiyi ancak evinizde ve\veya otel-klup restoran yada barlarinda icebiliyorsunuz. Icki, kosebasindaki markette satilmiyor. Almak icin çalıştığınız şirketten alacağınız ozel bir izniniz olmasi gerekiyor ve ickiyi baskent Doha'da devletin kontrolunde olan bir tane Icki Magazasi (Liquor Shop) var oradan satin alabiliyorsunuz. Bu arada magazada 'raki ' da var. Yani icki Katar'da yasayan yabancilar icin gundelik hayatta var ancak hayatin dogal bir parcasi degil. Elbetteki Katarlilar icin icki yasak.

Musluman bir cografyada yasiyorsan "insallah" gundelik hayatta cok karsilastigin bir ifade. Turkiyede de gunluk hayatin icerisinde olan ve benim çok severek kullandigim bir  sozcuktur aslinda.  Ne anlam yuklerseniz yukleyin ama insallahi kullanarak 'umarim' demeye getiririz. Hani olmazsa,yapamazsak onceden bir kulp bulmus olmak icin kullaniriz genelde.Ama olması için ugraşırız, didiniriz. Katar'da ise durum farkli. Insallah daha cok yapilmasi umulmayan durumlarda kullaniliyor.Yanı negatif ve hatta alaycı bir anlam yüklü. Ozellikle uzun zamandir Katarda yasayan yabancilar özellikle alayci anlamini hissettirerek insallahi fazlasiyla kullaniyorlar. Gundelilk hayatta kurallar ve duzen daha yeni yeni oturdugu icin mesela arabanin muayenesini yaptiracagim yerin acilma saatini sordugumda ' insallah saat 07.00 de acilir ' gibi yanitlar gelebiliyor ama tıpış tıpış alışıyorsunuz.

Kısaca bugune kadar gecirdiğimiz Katardaki hayatimiz bizde stres yaratmiyor ; kosturma ve panik hali icerisinde gunumuzu gecirmiyoruz ve burayı seviyoruz.

15 Kasım 2011 Salı

Katar'dan haberler...

Katar enteresan bir ulke. Aslinda bizler gibi 70-80 milyonluk bir nufustan gelenler icin gercekten yasamasi kolay ve naif bir cografya. Eninde sonunda etrafta farkli rakamlar olsa dahi maksimum 1.5- 2 milyon nufusa sahip ve bunun dahada garip olani nufusun belki yarisi yabanci yani Katar'da gercekten Katarli olanlar pek kolay bulunmuyor.  Nufus yapisi Istanbul gibi diyebiliriz. Hindistan, Malezya, Nepal, Pakistan, Misir gibi ulkelerden yogun bir mavi yakali akimi var.

Gelmeden ailecek aklimiza takilan en onemli konulardan biri sicaklikti. Gercekten Istanbul iklimine alismis birinin nasil yasayacagini dusunmedik dersem yalan olur. Ancak hayatimda kapali mekanlarda usuyecegimide aklima getirmezdim fakata Katarda iceri girdiginiz anda ister alisveris merkezi, ister ev, ister ofis neresi olursa olsun gercekten usuyorsunuz cunku disaridaki cehennem sicagini yasanabilir hale ancak bu sekilde cevirebiliyorlar. Ozellikle bu donemlerde uzerine bir sey almadan kapali mekanlarda oturmak imkanli olmuyor cunku bir zaman sonra kendinizi buzlukta hissediyorsunuz. Bizim ev 3 katli ve 9000 yada 12000'lik toplam 9 klima var. Yani iceride cok net bir poyraz olusturabiliyorsunuz. Yaz zamani muhtemelen hepsini birden calistiracagiz. Zaten sicak aylarda disariya ciktiginiz tek yer kapali mekanlar ile araba arasi. Ekim itibari ile ise Katar mukemmel bir iklime sahip. Hava gunduzleri sicak ancak artik nem yok ve bizim tabirimizle 'seker' gibi bir hava var. Aksamlari belli bir serinlik olusuyor ama gunduzleri hala denize girebiliyoruz. Dun mesela Leyla Doha Katara Plajinda 2,5 saat sudan adimini bile atmadi disariya. 

Katar bir yarimada ve karaya bagli oldugu tek ulke S.Arabistan. Dolayisi ile etrafi denizle cevrili. Plajlar dogal ve halka acik. Sehrin ortasinda olan bazi plajlarda kadinlar icin bikini giymek yasak ama sort mayo yada yuzucu mayolari ile girebiliyorsunuz. Erkekler icin bir dert yok. Aslinda Katar'da tezatlarin oldugunu da belirtmek lazim. Mesela gunduz yada aksam farketmiyor ancak abaya giymis (siyah carsaf) Katarli kadinlari hemen hepsi 2011 model 4x4 lerini kullanirken, restoran yada kafelerde beraber yemek yerken yada sisa(nargile) icerken goruyorsunuz. Agir makyaj (yuzu acik olanlarda) ve ozellikle acik ayakkabilar sasmaz bir gercek. Kadinlarin ortunmesi tamamen ailenin dini nasil kabul ettigi ile alakali. Yuz dahil komple kapali olanlarda var, yalniz gozleri acik olanlarda var ama cok cok hafif sekilde basini ortmus  olanlarda var. Elbette seriat kanunlari gecerli ancak gundelik hayati agir bir sekilde etkilyen durumlar en azindan bizim karsilastigimiz kadari ile yok. Ve cok yogun bir batili expat (yabanci calisan) nufusu ve dolayisi ile hayati oldugu icin buraya gelen bizim gibi yabancilar Katarin gerceklerine, Katar devletide gelen yabancilarin hayat tarzina belli bir seviyeye kadar mudahale de bulunmuyor. Herkes alkol kullanimini merak ediyor ama bunu bir sonraki yazida anlatacagim. Simdilik bu kadar...

16 Ekim 2011 Pazar

Yeni bir duzen, yeni bir hayat..

En son yazimdan bu yana 4 aya gibi uzun bir sure gecti. Insan hayatinda gundelik kosturmalarin icerisinde farketmedigimiz ama aslinda degerli bir sure.

Bu sure icerisinde ise biz ailecek hayatimizda cok onemli bir karar aldik ve Katar'a tasindik. Elbette bugunden yarina kosturma icerisinde alinmis bir karar degildi, belli bir suredir gelen bir is teklifini ailecek degerlendiriyorduk, konusuyorduk ama karari almak cok da kolay olmadi. Ne olursa olsun yasadiginiz bir yeri birakip farkli bir dunyaya gitmek hangi kosul altinda olursa olsun kolay degil, ozelliklede bir cocugunuz varsa. Ancak isin dogrusu Katar'a Mayis sonunda yaptigimiz kisa bir ziyaret sonucunda kafamizda olusan cogu bulut dagildi, bazilari ise kaldi.

Kimi yonleriyle ayni gozuken ancak kimi yonleriyle cok cok farkli bir cografyada, bir kulturde yasamanin insana degisik tecrubeler kazandiracagini dusunduk.  Ozellikle Leyla icin bunun hayatinin ilerideki donemleri icin onemli bir avantaj olacagina inandik. Bu konuda Ilkay'i ve beni en cok heyecanlandiran Leyla'ya anlattigimizda alacagimiz tepkiydi. Leyla'nin dogumundan bu yana doktoru olan sevgili Dr.Gulnihal Sarman ile gorustukten ve fikirlerini aldiktan sonra bir aksam soyledik.Sevindi, heyecanlandi ve inanilmaz hosuna gitti.Ve acikcasi o gune kadar ekstra stress altinda olan biz Leyladan gelen bu pozitif yaklasim ile kus kadar hafifledik.

29 Agustos'tan bu yana Katar'dayiz. Teklifi aldigimiz Nisan'dan bu yana zamanin nasil gectigini anlayamadim dersem yalan olmaz ama eninde sonunda ailcek saglikliyiz, keyifliyiz ve mutluyuz.Katar gunlerimizi detaylari ile yakinda okuyacaksiniz....

6 Temmuz 2011 Çarşamba

Yarım bir adam..

Biliyorum bugünlerde gündem çok farklı ve yoğun ama aynı zamanda hayat akışında devam ediyor.Yolunuz Nişantaşı'na ve oradan da  Rumeli Caddesine düşerse eğer , İş Bankası Nişantaşı Şubesi önünden yavaşça geçin ve dikkat edin...Orada bir adam, aylardır yağmur-çamur demeden, soğuk-sıcak demeden yolda yürüyenlere alttan bakarak kağıt mendil, sakız vs satıyor. Alttan bakarak ne demek ki diyor olabilirsiniz. Bu çok anormal bir şey değil elbette ama bu adam yarım.Yani vücüdunun belden aşağısı yok.
Hiç kimseye sırnaşmadan, laf atmadan, duygu sömürüsüne girmeden, yüzünde her zaman temiz bir ifade ile hayatını kazanmaya yada en azından birilerine yardımcı olmaya çalışıyor. Etrafı her zaman tertemiz. Bankanın giriş kapısına yakın bir yerde yazın güneşten kapkara olmuş yüzü ile işini yapmaya çalışan adamı göreceksiniz. Hikayesini bilmiyorum muhtemelen hüzünlü bir geçmiştir ama beni inanılmaz etkiliyor.Geçen gün elinde cep telefonu vardı ve aklımdan " bu şehirde bir sürü soysuz var bu adamadan telefonunu çalmaya kalksalar ne yapabilir" diye düşündüm.Hiç bir şey ancak bağırabilir.

Çok standart bir ifade ama hayat gerçekten fazla kısa. Özellikle anne-baba olanlar için süpersonik bir hızla geçiyor. Dolayısı ile içinde bulunduğunıuz her durumdan dahada kötüsünü yaşayanlar çok uzakta değil, günlük hayatımızın içinde, yanıbaşımızda diye düşünüyorum. İnanın yada inanmayın ama içinde sağlıkı yaşadığımız bu hayata her an şükretmek ve maksimum keyif alarak yaşamak önceliğimiz olmalı.

Nişantaşındaki ve benim her gün gördüğüm bu adam, hayata içinde bulunduğu sıkıntılı duruma rağmen sarılımış ve şükrederek yaşıyor. Hepimizin muhtemelen bildikleri vardır kendi çevresinde ama bu örnekler bir çok açıdan bence bize örnek olmalı.    

30 Haziran 2011 Perşembe

Bir kaç mekan...

Ne yazık ki bizim iş  kültürümüzde bir mekanı uzun süre yaşatmak gibi bir alışkanlığımız yok. Özellikle İstanbul'da mekanlar daha çok fast-food mantığı ile çalışıyor. Gerçekten bir mekanı uzun süre yaşatmayı başarabilen işletmeci sayısı hani belki bir elin parmakları ile sayılabilir durumda zannediyorum. Uzun süreden kasıt ne demek derseniz benim için  40-50 yıl en az derim ama göreceli bir ifadedir dolayısı ile herkesin uzun süresi farklı olabilir. O yüzden aldığımız tatlar, sevdiğimiz mekanlar değişiyor. Geçen gün düşündüm; babamla ikimizinde aynı yaşta gittiği çok az mekan var mesela....
Her neyse benim için bazı mekanlar var yıllardır gerçekten severek gittiğim ve her anlamda tat aldığım.

Nişantaşı eskiden bana hep uzak gelirdi. Ancak haftasonları ve özellikle gündüzleri gittiğimiz bir adresti. Ama tabii ki eskilerde daha meskun bir mahalleydi. Geceleride giderdik ama ya Plaza yada Zihni'ye. Gündüz adreslerimiz başkaydı. Herhalde 20-25 sene oldu Tatbak'a ilk gidişim. İşin doğrusu 25 yıl önceki hali ile bugün arasında neredeyse hiç bir fark yok. Elbette ezogelin çorbasında'da yoğurtlu kebabında'da , soğansız harika lahmacununda'da  ve tel kadayıfında'da yıllardır aynı tadı bulabiliyorsunuz. Doğru bir işletme nasıl uzun süre aynı standart ile yürür iyi bir örneği Tatbak. Akşam 21.00'den sonra açık olmaz, pazarları kapalıdır, garsonları burada yaşlanır, çoluk çocukta gidersin, tek başınada oturursun, kapıdan çevrilmezsin vesaire...Tatbak ucuz değildir ama yediğinin hakkını fazlasıyla verir ve sende ne ödüyorsan düşünmezsin.Kısacası işini iyi yapan insanlardan oluşur. Kendine kebapçı denen afilli isimlerin yanında tadıyla tuzuyla en keyif alarak yemek yediğim adreslerden biridir.

Şimdiki ofisimde Nişantaşında olduğundan yine bir Nişantaşı örneği vermek isterim. Kzım Leyla Amerikan Hastanesinde doğduğu ve uzun bir süre Nişantaşı 2.adresimiz olduğu için "Çağrı Büfe" benim için İstanbul'da büfe ve özellikle döner konusunda üzerine söz söylenmeyecek bir adres. Bir büfe bir döner sandviçi bu kadar aynı standartta yapabilir mi diyorsanız cevabı Çağrı Büfe'dir derim. 2 kere gidin ve tadın.Küçücük bir mekan, içinde 4 kişi arı gibi çalışıyor. Et konusunda -İlkay sağolsun- evlendikten sonra daha dikkat eder oldum, kalitesi ve kokusu artık fazlasıyla öncelik taşıyor. Çağrı Büfede bunların hepsi fazlasıyla var. Etin kalitesinden, pişme süresinden, sandviçinin tazeliğinden,ayranın soğukluğundan her zaman emin olabilirsiniz. Birde Bebek'te ve Etilerde 2 yada 3 katı fiyata 2 yada 3 katı kötü olanları yediğiniz zaman Çağrı Büfe'nin tadına doyum olmuyor.

Bir başka adres biraz daha uzakta, Kireçburnunda. Yıllar önce bir arkadaş tavsiyesi üzerine gittik Set Balık'a.Ve o günden sonra gittiğimiz her başka balık restoranını Set Balık ile karşılaştırdık.Mezeler her zaman taze ve başka hiç bir yerde bulamayacağınız değişik mezeleri yeme şansınız var, salatası her zaman diri, balıklar derseniz zaten bir kaç adım önden gidiyor ve birde bol alternatifli tatlı çeşitleri olunca ve bunlar her zaman aynı güzellikte size sunulunca başka bir yer aramıyorsunuz. Restoranın sahibi her daim başında, karşılama elemanları ve garsonlar sürekli güleryüzlü ve anlayışlı, İstanbul bir deniz şehri olmasına rağmen bir o kadar da pahalı balık şehri.Set Balık'ta ise 5 yıl önce aynı miktarda yemek ve içkiye ne veriyorsak şimdi de aynı rakamı ödüyoruz. Standart bozulmadan bu seviyeyi yakalayabilmek ve Kireçburnu'nda da olsa hergece dolu olabilmek kolay değil.

Hepimizin farklı deneyimleri ve yorumları elbette vardır ama benim müşteri olarak bu mekanlarda yaşadıklarım bunlar...

22 Haziran 2011 Çarşamba

Doğduğum 4.Levent....

Ben İstanbul'da 4.Levent'te doğdum. 

70 lerin başındaki 4.Levent İstanbul içerisinde ama sakinliğin ve sessizliğin ötesinde başka bir diyarda uzak bir yerdi o zaman...Benim doğduğum sene o kadar çok kar yağmış ki atlı askerler evlere ekmek dağıtmışlar..Dağ başı misali yani...

Caddeden araba geçince cama koşardık annemle beraber...hele bir kaza falan oldursa olay daha da farklı yorumlanırdı: 2 araba geçmişte kaza olmuş!!! Düşünsenize şimdiyi...Bu söylediğim, Emlak Bankası bloklarının olduğu ve şimdi tam Sabancı Center'ın yanında / önünde bulunan evlerde yaşanan gündelik olaylardı...
Bizim 2 katlı ev bana o kadar kocaman gelirdi ki o yaşlarda. Şimdi gökdelenlerle yanyana durunca bir komedi oluyor. Sokaktan baloncu geçtiği zaman balonları bizim verandaya kadar çıkartır ve beni kışkırtırdı. Kocaman ama gerçekten kocaman ve renkli uçan balonları vardı..Çoğu zaman aldığımızı hatırlıyorum.
Evin camından bakınca ister inanın ister inanmayın ama açık havada karşı kıyıda Çamlıca tepesi ve Kulesi görünürdü.Öndeki bahçeye dedemle beraber 2 tane ağaç dikmiştik. Bugünlerde o kalabalığın, çirkinliğin ve karmaşanın içerisinde etrafta pek yeşil kalmadı ama zannediyorum ağaçlar halen duruyor.

4.Leventte o zamanlar çok fazla oturan yoktu ve herkes yeni yeni taşınıyordu. Dolayısı ile etrafta çok fazla çocuk yoktu.Benim arkadaşlarım anne ve babamın arkadaşlarının çocuklarıydı. Kızlı erkekli ama az sayıda arkadaşım vardı. Tam üst katımızda Dilara Endican ve ailesi oturuyordu. 3 kız kardeştiler ama en küçükleri olan Dilara bile benden 3-4 yaş büyüktü. Çapraz üstümzüde Nazım Uygur, doktor babası ve babaannesi ile otururlardı. En samimi olduğum ve en sevdiğim arkadaşımdı. Yıllar sonra karşılaştığımda Nazım'ın adını Caner yapmış olmasını ve Adnan Hoca'nın en yakın isimleri arasında görmeye çok şaşırmıştım. Karşımızda yine başka bir doktor Dr.Cevdet Hallaç vardı. İki tane çocuğu vardı ama benden yaşça bayağı büyüktüler.Ve arka yan bloklarda tek tük oturanlar..Galerici İzzet Beyin oğlu Murat, Albay Kemal Bey'in oğulları ve kızı hatırladığım arkadaşlarım ve isimler.
Evler numarlar ile adlandırılırdı. 5.Blok, 4.Blok gibi.Bizim ev 2.Blok'tu.Tam karşımızdaki yüksek bina Emlak Kredi Apartmanıydı ve İstanbuldaki en yüksek monoblok binaydı. Yüksek dediğim bina 8 yada 9 katlıydı. Tam yanında ise tek katlı bir yapıda Amerikan UNIVAC firmasının temsilciliği bulunurdu. UNIVAC dünyada üretilen ilk bilgisayar sistemleri şirketiydi. Her yerden uzak bir yer diye herhalde Amerikalılar 4.Levent'i seçmişlerdi. Bilgisayar olduğunu sonradan anladığım büyük makineler ve enteresan dikdörtgen şeklinde delikli sarı karton kağıtları vardı. Ne olduğunu çok merak ederdim.

Mahallede tek bir pastane, bir bakkal ve bir yada iki tanede eczane vardı. İki kardesin sahibi olduğu ve başında durduğu Emek Pastanesi- ki İstanbulda yaşayabilen ve 30-40 yıldır aynı yerde kalabilen ender mekanlardan bir tanesi- süper dondurma satardı. İçerisi tam köy pastanesi gibiydi ama dondurmanın tadı mükemmeldi. Bugünde aynı adreste devam ediyor. Şimdi onlarca binanın / sitenin olduğu eski Perili Köşk şimdi Futbol Federasyonu binasının olduğu yer bomboş bir tepeydi ve yamaçlarında dut ve gül bahçeleri vardı. Bir tek Gıda-İş Sendikasının kocaman camlı binasını hatırlıyorum ki hala duruyor. Gültepe ve Çeliktepe yeni palazlanmaya başlamış gecekondu mahalleleriydi. Çeliktepenin girişinde yakın zamana kadar duran bir IETT garajı vardı.Oradaki otobüslerin dizilişini görmeyi severdim.

En büyük zevkim ise 4.Levent Tenis Klübüne gidip tenis oynayanları seyretmekti. Klüp o zamanlar elbette neredeyse bir-iki baraka gibi binadan ibaretti ama bir sürü kort vardı. Yıllar sonra annemin 4.Levent Klübünün hocası olan Stephan Hoca ile tesadüfi tanışması benim orada tenise başlamama vesile oldu.Çok konuşan ama disiplinli bir insandı Stephan Hoca.Toprağı bol olsun..
4.Levent'ten taşındıktan sonra klübe yıllarca tenis oynamaya gittim.Çok ama çok keyifli zamanlar geçirdim.Tenis okulu sabahtan öğlene kadar olur, klüpte yemezsem öğlen yemeğine Babaannemlere gider- ki o iki yaşlı insanın beni kapıda görünce yüzlerindeki mutluluğu hiç bir zaman anlatamam-, öğlenden sonra akşama kadar arkadaşlarla klüpte kalır,bazen tenis oynar bazen hep beraber oturup saatler geçirirdik...Ne kadar güzel günlermiş.

Anlatacak belki bir sürü başka anı var ama hayatımın ilk 5-6 yılını bir fiil yaşayarak geçirdiğim daha sonrada hiç kopmadığım 4.Levent'ten aklımda kalanlar bunlar...


6 Haziran 2011 Pazartesi

Yıllar sonra Saint Benoit'da Leyla ile bir öğlenden sonra..

Yıllar sonra geçen Cumartesi günü okulum St Benoit'nın Pilav Günü'ne gittim .
Oldum olası şu " Pilav Günü " ifadesini hiç sevmem. Özellikle pazarlama iletişimi gözüyle baktığım zaman ayrıştırıcı bir özelliği olmadığını ve standart bir anlam taşıdığını düşünürüm.
Nedendir bilinmez ama bir çok okulda bu isim altında buluşur.

St Benoit herkes için farklı bir anlam ifade edebilir. Kimileri sever, kimileri sevmez kimileri nefret eder ama benim için - 9.sınıfta 2 dersten ikmale kalıp sonrada sınıfta kalmış olmayı başarmış olsam dahi - hep güzel anılar ile hatırladığım bir dönem olmuştur.1979-1988 arası her sabah 06.30'da Etiler'den Karaköy'e otobüs ile eğlenerek gidip gelmek bugünün çocukları için anlaşılmaz gelebilir ama o dönemin gerçekleriydi bunlar. 

Special 1 veya Hazırlık 1 de Türkçe konuşmamız yasaktı ve konuşurken yakalanan tüm gün ceza olarak bir paslı anahtar tutardı elinde. 
Okulun son din adamı müdürü olan Yves Danjou, İsmet Bilgen, Lalehan Seçkin, Taniz Oralbi, Joseph Edisel, Rejis Medici, Jean Claude Haydu, Basil Hannopoulo,Dora Behiri, Anne Marie Cagnon,,
Hélene Cassin, Ara Kahyaoğlu, Kenan Burkut , Alberto Torreguitart, muhasebede Monsieur Ménadier ve kollukları ile André Tekel, sekreteryada Nadya Lokmagöz ve benim aklımda kalmayan bir sürü başka isim bu dönemde herkesin hatırladıklarındandır eminim. 
1981'e kadar-belki 1982-serbest kıyafet ile giderdik.1980 darbesi sonunda üniforma zorunluluğu geldi. Kız bölümü ile-galiba 1987 yılıydı-Vatikan'dan alınan onay ile birleştik.
Kapalı kapılar, mahzenler, dehlizler bir sürü hikaye vardı konuştuğumuz. Camdan gördüğümüz Abanoz Sokağı komşuları ise (???) ayrı bir heyecandı...

Her neyse Cumartesi günü ise Pilava Leyla ile gittim. Leyla 5 yaşındaki kızım. Bugüne kadar hep dışardan gördüğü ve merak ettiği okulumu bu sefer içeriden göreceği için pek heyecanlıydı. Mezun olduktan sonra ya 3 ya 4 defa uğradım ama çok uzun yıllardır ilk defa gidiyordum. 
St Benoit aynı eskisi gibi hem yeniyi hem eskiyi barındıran garip bir kültür.Uzun koridorlarda sıralanan sınıflarda son model tavandan sarkan projeksiyon makineleri ile white booard'lar var ama aynı koridorlarda belki 200 belki 300 senelik beyaz mermer ve eğri merdivenler, camlı dolaplarda tozlu ama çok tozlu antika telefonlar, büyük vitrinlerde dondurulmuş hayvanlar hala sizin önünüze çıkıyor. Yaşayan ve dünya ile entegre olmuş bir müze gibi sanki. Leyla açık olan bir-iki sınıfa girip öğretmencilik oynadı, şimdi yemyeşil olan üst bahçede şarkılar söyledi,bizim klasik mermer merdivende resimler çektirdi, avludaki yastıklar üzerinde uzandı, pilav yiyip ayran içti ve çok keyiflendi. Okulda asansör olmasına şaşırdı.Garip olan eskiden bana devasa görünen o koridorlar, merdivenler, sınıflar şimdi gerçekten çok normal boyutta geldi. Büyüdüğümüzün (!!!) bir işareti galiba.

St Benoit'da okurken ve sonrasında da hep aynı duyguyu hissettim. Diğer okullardaki bütünlük, birliktelik bizde hiçbir zaman tam ol(a)madı. Bazı dönemler yada sınıflar için bu geçerli olmayabilir ama bütüne bakacak olursak Cumartesi yine aynı şeyi gördüm. Binlerce insanı mezun etmiş Türkiyedeki en eski yabancı okulda en kalabalık katılımı yine son dönem mezunları yada  plaket verileceğini duyarak gelen 40 ve 60 yıl öncenin mezunları yapmıştı. Kendi dönemimden ise neredeyse hepsi erkek ama çok az sayıda sınıf arkadaşlarım vardı. Kızlar yine pek itibar etmemişlerdi bu seneki Pilava. Bu az katılımın nedenini her zaman için sorgulamışımdır. Ancak cevabını daha bulamadım.

Kısaca Leyla ile beraber gerçekten keyifli ve benim anılarım üzerine kurduğumuz ortak bir öğlenden sonra geçirdik. Yıllarca bol hardallı sosisli sandviç aldığım okul önündeki yaşlı ve hasta amcanın büfesinden bu sefer Leyla'ya dondurma aldık. Elbette artık başkası işletiyordu büfeyi. 
Leyla muhtemelen St Benoit'da okumayacak ama şimdiden okulla bir iletişim kurduğu kesin..

11 Nisan 2011 Pazartesi

Bir Sarajevo / Saraybosna hikayesi....

Organizasyon işi çetrefilli bir iş...Kırkayak misali kolu-bacağı çok fazla.Her şey aynı anda sistematik olarak yürümeli ve çarklar doğru ve hızlı dönmeli ki başarı gelsin...Aksi takdirde olmuyor.

Geçen hafta iş için Saraybosna'ya gittim. 3 gün boyunca Saraybosna İş Forumuna katıldım. Amaç bizim burada yaptığımız Boğaziçi Bölgsel Ortaklık Forum'una bu sene hedef bölge olarak eklediğimiz Balkanlar üzerine kısa bir analiz yapmak ve bize kısmen benzer bir Forum'u genel hatlarıyla incelemekti.

Saraybosna 500,000 kişilik bir Başkent.Yani bir ucundan bağırdığınız zaman konum olarak iki dağ arasında olduğu için yankıdan diğer ucundan duyulabilen bir coğrafi yapısı var. Dolayısı ile lojisitik olarak organizasyon için mükemmel bir  yapıda olacağını zannediyorsunuz. Elbette bu değerlendirmeleri yaparken BosnaHersek'in savaş görmüş, büyük acılar geçirmiş ve Cumhurbaşkanlarının 1.gün açılış toplantısında söylediği gibi " biz savaşın sonunda sıfır noktasında değildik, sıfırın altındaydık " gibi bir durum içerisinde olduğunu hiç bir zaman unutmamak gerekiyor. 

Organizasyonun 1.günü Parlamentoda yapıldı. Saat 12.00 gibi bölge ülkelerden bakan yada başbakan yada Cumhurbaşkanı gibi isimler belli bir profesyonellikte ancak sakince fuaye alanına gelmeye başladılar..İlerleyen dakikalarda merdivenlerde bir uğultu ve kalabalık hissettim ve gayri ihtiyari döndüm...Yine gelen biri vardı ve herhalde dedim başka bir ülke Cumhurbaşkanı yada başbakanı geliyor ama hemen farkettim Türkçe konuşmaları, itişmeleri, soğuk ve rahatsız bakışları....Gürültü ve patırtıya bakılırsa sanki evsahibi geliyordu ama gelen T.C.Başbakan Yardımcısıydı. Yani yine kendimizi ve emperyal ruhumuzu gösterdik . Neyse bu arada etrafta hiç bir ikram yok, su bile. Toplantı saat 12.30'a doğru bir moderatör eşliğinde başladı.Ana masanın etrafı salon kadar kalabalık.Gelenler, geçenler, not verenler, fısır fısır konuşanlar...Solda ve sağda öbek öbek insanlar, etrafta ortalığı toplamaya çalışan güzel hostes kızlar. Bu arada etrafta yanlızca Boşnakça yazılı olduğu için hiç bir İngilizce yönlendirme panosu, açıklama vs. bulunmuyor. Açılış günü mekanı olarak Parlamentoda yapılan bir toplantının düzeneğinin daha ciddi olması gerekirdi. Devam edelim. Bu panel bölümü saat 15.45'e kadar devam etti ve konuşmacıların önündeki su şişeleri hariç en küçük bir ikram yapılmadı...Sonunda koşa koşa çıkıp yolun karşısındaki Mall'da bir şeyler içip yedim.

Akşam resmi açılış seremonisi, beni götüren taksicinin söylediğine göre, Saraybosna için önemli olan bir otelin ( Bristol Otel )  savaştan sonra ilk defa açılışına denk getirilmişti. Otel Suudi bir grup tarafından yenilenerek tekrar hizmete girmiş.Neyse saat 19.30 yazılan davetiyeye göre gittim.Herkes otelin ana kapısı önündeki kırmızı halıda bekleşiyor.Allahtan hava dışarıda durulabilecek yumuşaklıkta. Burada da yönlendiren kimse,bir yazı, herhangi bir kontrol vs yok. Yolda kırmızı halı var ama güvenlik görevlileri arada ikaz ediyor en arkadakileri araba geçecek dikkat edin diyerek.!!!!!!!!. Etrafta mahallenin sakinleri çoluk çocuk seyrediyor sanki sirk gösteride. Neyse seremoni tipik konuşmalar ile devam etti  ve kırmızı kurdele kesilerek içeri girdik. Davetiyede " İş Yemeği " yazmasına rağmen salonun kokteyl prolonje olarak düzenlenmesi tabii hemen dikkat çekti. Menü konusuna ertesi akşamda değineceğim.Bu arada dışarıda bizi seyreden mahelle sakinlerinin çocuklarını bir akç kere salonda koştururken gördüğümü söylemeliyim. Allahtan çok sevdiğim bir arkadaşımın anne-babasını gördümde gecenin geri kalan bölümü daha keyifli oldu.

Geldik ertesi güne Bu sefer toplantı Holliday Inn oteli salonlarında.Yönlendirme biraz daha doğru, yardımcı olanlar var ancak yine yeterli değil.Kahve aralarında su ve kahve ilk anda bitiyor ve yerine yenisinin konmasını beklemek ne demek. Bu tip toplantılar katılımcıları elbette yedirmek, içirmek, doyurmak için düzenlenmez ancak katılımcının rahatını sağlamak ve onun tekrar gelmesi için verilecek önemli havuçlardan bir tanesidir.  İlk gün yaşanan (headtable) konuşmacı masası önü ve yanı karmaşası 2.gün kendisini daha da ortaya çıkardı ve burası gezinti bölgesi gibi oldu. Ancak her 2 gün içerisinde verilen teknik hizmetlerin, sunum, projeksiyon, ses düzeni, ışık vs. gibi  olanakların bizim ülkede sağlananlardan çok daha üst düzeyde olduğunu da eklemek gerekir.En azından benim katıldıklarımda hiç bir ana aksama yaşanmadan sürdürüldü.

Bu arada en komik olan kısmıda geçmemek lazım: 1. gün malum Bakan bey var, TOBB Başkanı var, ITO başkanı var. Dolayısı ile etraf Türk katılımcıdan geçilmiyor. Her yerde Türkçe duyuyorsunuz. 2. ve 3.gün elbette üst düzey yetkililer programı doğrultusunda toplantıda yok ve etrafta Türk arıyorsunuz. Yani tam göstermelik bir katılım.Elbette bu işi ciddi olarak alan, katılımını, toplantısını ona göre yapan da var, onları tenzih etmek lazım.

2.akşam Saraybosna Valisinin yemeği vardı. Aynı otel, aynı salon ve aynı menü. Menüyü sıralamaya gerek yok ancak bu tip bir toplantıda davetiyeli bir "Vali Yemeği" nin ne olursa olsun gerek yemek çeşitliliği gerek mekan düzenlenmesi gerek karşılama vs.  olarak ayrıştırılması gereğini düşünüyorum...
Bu arada bizim çok çabuk alıştığımız sigara yasağı Bosna Hersek'tekilerin daha rüyalarında bile yok.Herkes her yerde  fosur fosur  sigara içiyor.

Son gün çok daha hızlı ve çabuk geçti.

Yapılan organizasyonu eleştirmek her zaman kolaydır ve hep yapılır. Düğünlere herkes şakır şukur gider ve eleştiremden çıkan neredeyse yoktur.Kimseyi memnun edemezsiniz. Ancak bu organizasyonun benim eleştirdiğim bazı noktaları gerçekten olmazsa olmazlardandı ve olmadı. Detaylar değil ana noktalar aksadığı için bunun eleştirisini yapmak yapılanlardan öğrenmek, tecrübe kazanmak ve sonraki dönemler adına çok önemli. Dolayısı ile nasıl kırk tane ayağın aynı anda ahenk içinde çalışması ile yürüyen kırkayak gibi organizasyonda bütün ana konuları ile aynı hızda ve aynı ahenkte yürümeli ki minimum eleştiri alsın...

17 Mart 2011 Perşembe

Dinamik ve Tutarlı olmak...

Bugünün dünyasında dinamizm çok farklı bir anlam taşıyor. Bana göre dinamizm yerinde saymayan, değişime açık olan , değişimi kabullenen ve bunu yansıtan canlı ve sürekli hareket halindeki bir yapıyı ifade ediyor.Hele bizim gibi çok genç bir nüfus profiline sahip olan bu coğrafyada dinamizm olmazsa olmaz bir konsept. Ancak her alanda sonuna kadar inanmama rağmen, dinamik olmak adına tutarsız olmayı anlamakta güçlük çekiyorum ki bizim ülkemizde bu bolca görülebiliyor.Hemde her alanda...Mesela biraz markalardan bahsetsek.

Markalar yaşayan varlıklar olduklarından dolayı insanlar gibi bir duruş ve bir karakter sergiliyorlar. Dolayısı ile insanlardan beklediğiniz tutarlılığı markalardan da bekliyorsunuz. Net bir kimlik ve duruş ile konumlanan markaları kendinize daha yakın buluyor daha çabuk benimsiyor ve bu doğrultada beklenen davranışı göstererek daha çabuk ve çok kullanıyorsunuz.Size bir marka iletişiminde en önemli unsur olan "güven"i sağlıyorlar.

Her alanda yoğun rekabetin yaşandığı ve dolayısıyla her gün birbirinden pek de farklı olmayan “yeni” ürünlerin pazara sunulduğu bir ortamda markalar  kullanıcıları ile  daha etkili bir iletişim kurmak için çeşitli kanallar aracılığıyla mesajlar gönderiyorlar. Tüm pazarlama iletişimi aktivitelerinde kullanılan bu mesajların amacı tüketicilerle uzun dönemli iletişim kurmak , marka imajı oluşturarak marka bağlılığı yaratmaktır. Ancak gönderilen bu mesajların her biri tüketiciye farklı farklı şeyler söylüyorsa, tüketicinin zihninde bir karmaşaya, marka imajında da bulanıklığa yol açabilecektir. Eğer bir markanın reklamında farklı bir şey, fiyatında, ambalajında farklı bir şey söyleniyorsa bu durum mesajların çelişmesine neden olacak, sonucunda da marka imajında karışıklık ortaya çıkacaktır ve ne yazık ki bu çok zor kurulabilen güven ortamını sarsacaktır.
Mark Twain'in aslında insanlar için söylediği  ancak rahatlıkla markalarada uygulayabileceğimiz ve benim de çok hoşuma giden bir sözü var: ". Her zaman doğru söyle, hiç bir şeyi hatırlamak zorunda kalmazsın".

Dinamizm-özellikle markalar için- ne kadar önemliyse tutarlı olmak'da her bünye için yaşamsal bir zorunluluk...

28 Şubat 2011 Pazartesi

Benimle Çıkar mısın ????

Ne kadar nostaljik bir soru gibi değil mi : Benimle Çıkar mısın ??  Benim kuşağımdaki bir sürü kişi için bu gerek sorulması gerek cevaplanması pek kolay bir soru değildi.  İşin doğrusu çoğunlukla soruyu erkek sorar cevabı da kız verirdi.

Gerçekten benim ortaokul ve lise dönemlerimde bir kızdan hoşlandığınız zaman uygun bir anı yakaladığınızda ona ''çıkma teklif etmek'' sanki dünyayı kurtaran komutan havasına sokardı sizi. Kızlar da bir erkeği beğendikleri zaman çocuk anlamıyorsa ya onun en yakın kız ya da en yakın erkek arkadaşına durumu anlatır ve çocuğa söylemesi için haber uçurlardı. İletişim şimdiki gibi hiçbir şekilde değildi ki... Biz evde tek telefon hattı olan, evde ve okulda bilgisayardan bihaber olduğumuz ve arkadaşlarını ancak okulda veya okul sonrası eve dönerken görebilen bir çağdan geliyoruz. Ve bu dönem milattan önceki değil ama 20-25 yıl öncenin İstanbul hayatı...Şimdi ile karşılaştırılınca ne kadar garip geliyor değil mi ? Sanki farklı bir çağda yaşamışız. Halbuki şimdiki nesillerden çok daha mutlu ve huzurlu olduğumuzdan eminim.

Ben St-Benoit'da okudum. 7 sene kız ve erkek bölümleri ayrı ancak son sene beraber olan bir dönemdi. Kızlar ile ancak sabah okul öncesi, ara tenefüslerde duvar-demir üstlerinden veya okul sonrası eve dönüş yolculuklarında serviste veya otobüste / vapurda görüşebiliyorduk. En azından Lise 1'e kadar falan böyleydi. Aynı okuldan olmayan kız arkadaşlarımızla ise ya mahallede ya onların okul çıkışlarında ya da haftasonları çaylarda... Elmadağ Regine, Zincirlikuyu Airport, Esentepe Discorium, Levent Stüdyo 54 haftasonları gittiğimiz mekanlardı. Kızlar zar zor izin alırlardı ya da kaçak gelirlerdi ama yine de giderdik. Çıkma tekliflerinin en çok yapılabildiği yerler ve zamanlardı.
Bir diğer iletişim modelimiz ise telefondu.Şimdi  hepimizin evinde bir kenarda durup belki haftada 3-5 kere çalan sabit ev telefonlarımız o dönemlerde bizim tek cankurtaranımızdı. Anne-babadan kaçak, fısır fısır saatlerce konuşur ve iletişim sağlardık. Telefonda pek çıkma teklif edilmezdi ama edildikten sonra da konuşmadan duramazdık. Üstelik evde paralel telefon varsa bu çok büyük bir tehlike olabilirdi. Ben saatler süren telefonların paralel hatlardan müdahale aldığını çok net hatırlıyorum.

Yani konumuzun ana temasına dönecek olursak bizim ortaokul-lise dönemlerinin çıkma teklifleri daha direkt daha yüz yüze yapılırdı. Açık ,samimi ve şeffaftı.
Şimdi ile kıyaslama yapmaya kalkmak da aslında elma ve armutu kıyaslamak olur ama iletişim adına yapmakta fayda var.
Bir kere günümüzde çok net olarak kızlar da bu teklifi yapıyor ve erkeklerden cevap bekliyorlar. Ayrıca cep telefonları, SMS, MSN, Facebook birbirlerine çıkma teklif ettikleri  ve hatta ayrılmaların bile yaşandığı mecralar haline dönmüş durumda. Hergün birbirlerini yüzyüze gördükleri halde , robotik, sunni ve bir nevi FMCG mantığı ile ilişkiler kurulup bozuluyor. Bunun tercih edilir olması bana göre anlaşılır gibi değil ama bugünün jenerasyonunun önemli gerçeği!!!Hani neredeyse birbirlerinin yüzünü bile görmeden sanal ortamda ilişki sürdürür hale gelen bir nesil olacak yakında. Bence bu ilişkide ne heyecan ne merak bırakır ve bu tip ilişkiler kolaycı, sanal ve az samimi olur.

İletişim araçları çoğaldı ve birbirimizle çok daha çabuk ve hızlı iletişebiliyoruz ama ruhumuzda galiba bu hızla kayboluyor...

24 Şubat 2011 Perşembe

Kasap yazmayı bilmeyen kasap : Günaydın....

Yaşanan dönüşüm doğrultusunda mekanlarda elbette farklı kimliklere bürünüyor ve yeni kimlikleri ile hayat buluyor.Bunun en yoğun yaşandığı yerlerden biri Etiler.

Batı ülkelerindeki statik hayatı ve 20-30 yıl önce gittiğiniz mekanı neredeyse sahibi ile birlikte aynı bulmak bizim gibi değişimlere açık dinamik toplumlar için bir nimet oluyor..Herneyse Etilerde bu değişimi bugünlerde yaşayan adres Nispetiye Caddesi üzerinde Çamlık girişinden hemen sonra sağda bulunan Tatlıcı Tombak olan dükkan..Şimdilerde Günaydın Kasap oluyor...Dış tarafı hem tadilatı kapatmak hemde iletişimi yapabilmek için 10-15 metrekarelik bir branda ile çevrilmiş. Dükkanın gerekli bilgileri ve mesajı branda üzerinde verilmiş. Buraya kadar hiç bir anormallik yok..Ancak garip, komik ve aynı zamanda acı olan hikaye burada: Bu küçücük sayılabilecek olan alanda biraz dikkat ettiğiniz takdirde 3 farklı şekilde kasap yazdığını görüyorsunuz:
Kassab- Kassap ve Kasap....

Etlerin Günaydın'da masaya gelene kadar geçirdiği transformasyon gibi  "kasap " sözcüğüde bu çalışmada bir transformasyona uğramış. Bir İletişimci olarak bu kadar küçük bir alanda aynı kelimeyi 3 farklı şekilde nasıl yazmayı başarmışlar anlayamadım. Bu yazım farklılıklarının  bilerek yapıldığını hiç zannetmiyorum. Hadi birileri bunu tasarımını yapmış ve yanlış kullanmış ama hiç bir onay mekanizması bunu görmemiş mi ? Hiç kimse sonradan fark etmemiş mi ? Günaydın kalitesine dikkat eden ve benim damak zevkime çok uyan bir mekan ancak bu küçük çalışmada işin iletişim bölümü  biraz aksamış.İletişimin en önemli ve olmazsa olmazlarından bir tanesi "tutarlılık" olduğu için bunu uzun vadede daha geniş yanlışlara götürmeyeceklerini zannederim.

23 Şubat 2011 Çarşamba

Biraz daha Etiler..

Bugün "Etiler"  semt olarak bir çok insan için farklı bir hayat tarzı, farklı bir sosyal sınıf ifade ediyor.Neden olduğunu hiç bir zaman anlamadığımı söyleyebilirim. Bir önceki yazıda Etilerin karışık bir profil çizdiğini ve bir duruşu dolayısı ile bir iletişimi olmadığını yazdım.. Etiler konusuna biraz daha devam etmek isterim...İnternette veya basılmış yazılı dokümanlarda incelediğiniz zaman geçmişe dönük detay hiç bir belge bulamıyorsunuz..Bunu en azından gelecekte bulmak ve okumak isteyecekler için yapmak istiyorum.

"Etiler " sınırları olarak nereyi alırsınız bilmiyorum ama benim ve bir çok insan için Etiler Akmerkezden hemen sonra başlar ve Profesörler sitesi girişinde biterdi.Semtin tek ve en önemli caddesi Nispetiye Caddesi bugün ile aynı darlıkta ama yarı asfalt bir haldeydi uzun yıllar. Akmerkezin olduğu koca arsa toprak bir futbol sahasıydı ve Ulus'a gitmek için yürüyüş yoluydu... Şimdi Alkente doğru dönen Tepecik yolunun yalnızca sağ tarafında villalar vardı ve sol bölümde bulunan Alkent ve Sarı Konaklar arazileri yemyeşil alanlardı. Çok sonraları araba kullanmaya başladığımızda oradan engebeli bir kısa yol ile Akatlar'a Levent'e giderdik.  Nispetiye Caddesinden devam edecek olursak Venüs Pastanesi şimdi olduğu binada 1975 yılı gibiydi zannediyorum  açıldı...Komik gelecek ama kırmızı pleksi bir dış cephesi  ve sol tarafında küçük ve masalı bir oturmalı bölümü vardı. Yine kırmızı beyaz pleksi avizeli aydınlatmaları  vardı. Kışın boza satarlardı ve almayıda içmeyide çok severdim.Tam karşısında şimdi Finansbank Şubesinin olduğu yerde Dünya Pastanesi vardı..Muhafazakar bir aile işletmesiydi ama poğaçaları falan Venüstekilerden daha güzeldi.Yanında tüp satan Özensoy tüpçü dükkanı bulunurdu.

Şimdinin Etilerindeki kalabalıklığın büyük bölümünü çeken bu köşede toplasınız  3-5 dükkan vardı..
İlerlediğimiz zaman evlerin içerisinde uzun seneler sonra ilk açılan işyeri Erdal Mobilya oldu.Şimdi D&R olan bina Erdal Mobilyaydı. 4.Leventten Etiler'e taşınmışlardı.

Etilerde ilk açılan eğlence mekanı Şamdan oldu...Şamdan cocukluk dönemlerimizde dışarıya çok sıkı bir şekilde korunaklı ve kapalıydı. Çocuk halimle gündüzleri önünden geçerken akşamları önü araba dolu olan bu evin içerisini görmek için zıpladığımı hatırlıyorum.Yıllar sonra Şamdan müdavimi olunca bu çocuk halimi hatırlayıp fazlasıyla gülerdim...Daha sonra yanına Sardunya açıldı.Şamdanın kapalı korunaklı haline göre Sardunya çok daha dışarıya açık bir mekandı...Karşı kaldırımın sonunda bina numarası 29 olduğu için Klüp 29 açıldı yıllar sonra. Etilerdeki sosyal hayat bu klüplerden ibaretti ve yalnızca gece hayatına hitap ederdi.

Karakol binası şimdiki ile aynı yerdeydi.Değişmeyen yerlerden biri de o.
Semtin tek ve o dönemde İstanbulun en iyi ilkokullarından biri olan Hasan Ali Yücel İlkokulu'da aynı hali ile duruyor.Her seçimde sandığımız okul binasında olduğu için sınıfları, bahçeyi arada görme imkanım oluyor.Yalnızca eskiden kömürlük olan arkadaki müştemilat binası bugün spor salonu ve tüm sınıflarda eksiksiz olarak klima var.Bir devlet okulu olanaklarına göre süper şanslılar şimdiki  Hasan Ali Yücel' de okuyanlar...

Bebek Yokuşunu geçince şimdi Altuğ Eczane-Optik ve Parfümeri olan sırada  Keçeli Fırın (daha sonra Keçeli Market), Abant Çiftliği şarküteri , Altuğ Eczanesi  ve Bizim Taksi vardı. Keçeli Fırın tam bir köy fırını havasındaydı ama süper ekmek yaparlardı. Abant Çitfliğini kasasında duran aksi suratlı gözlüklü sahibinden hatırlıyorum.Tüm Abant Çitfliği uzun yıllar sonra Şütte ile birleşti ve eğer çok benzetmiyorsam hala bir çalışanı Etiler Şüttede çalışıyor. İsmi Etiler Apartmanı olan yan binasında altta Didem Tuhafiye, şimdi İstanbuldaki en pahalı sayılabilecek döneri satan büfenin yerinde manav-bakkal ve son dönemde Günaydın olan köşede kasap dükkanları bulunurdu.Tuhafiyeci amca ile kasap amca Çamlıkta otururlardı.

Bebek Yokuşunun tam karşısında Etiler otobüs durağı vardı. O'da değişmeyen bir durumda hala aynı yerde duruyor. Şimdi Garanti Bankası olan binanın altında Etiler Muhtarlığı, yanında Songül Kırtasiye ve sonrasında ise bir nalbur dükkanını  hatırlıyorum.Songül Kırtasiye okul gidişi ve dönüşünde en çok uğradığımız yerlerdendi. Ayrıca okul ihtiyaçları ve kitaplarımızı aldığımız en yakın kırtasiyeydi.Birde Dünya Pastanesinin arkasında Çiğdem Kırtasiye vardı ama eve en azından benim dönüş yolumda olmadığı için gitmeyi pek  tercih etmezdik.

Bebek Yokuşunu geçip ilk sağa döndüğünüzde evimizin olduğu, çocukluğumun en güzel dönemlerinin geçtiği bizim mevkiimiz başlardı: Çamlık Mevkii...Benim için İstanbul'da o dönemler-hatta bugünkü hali ile bile- en güzel yerlerden biriydi. 4.Leventteki az arkadaş durumundan sonra Çamlık'taki arkadaşlarım hazine gibi gelmişti o çocuk halimle.Çamlık ayrı bir yazı konusu olacak o yüzden kısaca bitirmekte fayda var...

Bugün Mercedes bayii olan Çamlığın girişinin tam karşısındaki villanın alt katı 1980'lerin başında Kiraz Şarküteriydi. Harika mezeleri olan ve süper sandwich yapan bir yerdi. Kiraz'ın ekmeği kadar güzel sandwich ekmeğini bugün bile yemediğimi söyleyebilirim.Villanın tam ön duvarında bir çingene aile çiçek satardı.Yıllar boyu orası yaz-kış harika renklerde bir görüntü sergiledi.Daha sonra aynı aile Çamlığın tam girişine geçti ve çiçeklerini orada sattılar ama artık yoklar.

Etiler, Profesörler Sitesi girişine kadar solda villalar sağda ise 3-5 küçük apartman ile devam ederdi. Profesörler Sitesi girişinde ise yine kocaman bir toprak saha bulunurdu.Burada yıllarca futbol oynadık.Enteresandır son dönemlerde etrafı telle çevrili bir halde korunuyor ve içerisinde köpekler oynuyor. Etiler Maya Sitesi ise 1976 yada 1977 yılında yapıldı.O döneme kadar bu araziye bizi ilkokuldan piknik için getirirlerdi, uçurtma falan uçururduk.

Elbette bu anlattıklarım benim  hafızamın yakaladığı ve aklımda kalan yıllar ile ilgili. Atlamış olduklarım kesinlikle vardır ama fazladan bir şey yazmadığımı düşünüyorum.Kısaca şimdinin profili ile o dönemlerin profili arasında tartışılmayacak kadar fark var. Değişim şehirleri, semtleri, mekanları elbette başka çehrelere büründürecek ve bundan kaçabilme imkanınız olmayacak. Ancak Etiler'i örnek alırsak önemli olan bu değişimlerin ortak ruhi şekillenmeler ile ilerleyebilmesi yada bir noktada buluşabilmesi.Böyle olduğu takdirde semt sağlam bir karaktere sahip olabiliyor ve bir iletişim sağlayabiliyor.

20 Şubat 2011 Pazar

İletişim ve bir semt...

Ben 4.Levent'te doğdum ve Etiler de büyüdüm...Hala Etiler'de oturuyorum.Dolayısı ile 70 lerin ortalarından bu yana semtin ve bölgenin  geçirdiği evrime çok net şahit oldum. Değişim hayatın her döneminde ve her yerde kaçınılmaz bir gerçek.Buna karşı koymak yada direnmek bana göre akıntıya kürek sallamak gibi bir olgu.Hele iletişimin bugünün dünyasında aldığı hızı görünce...Bu değişim yaşadığımız yerlerin ifadelerini ve iletişimlerini de elbette değiştiriyor. Marka olan yada marka olmaya aday her adresin bir iletişimi olması gerektiğini düşünürüm.

Herneyse Etiler'e dönecek olursak,70 lerin ortasında İstanbul içerisinde bile uzak algılanan bir semtti.Kışın kar yağdığı zaman en son eriyen yazın püfür püfür esen güzel bir sıcağın olduğu meskun bir bölgeydi. Akmerkez,plazalar,ofisler/iş yerleri yoktu.Yoktu derken Çamlık'tan çıkıp Nispetiye Caddesini geçip yürüyerek gittiğim ilkokulum, bakkal, fırın, kasap,eczane gibi gündelik hayatımızın gerekli adresleri elbette vardı ve onlarında sahiplerinin neredeyse hepsi Etiler'de otururlardı.Akmerkezin alanında koskoca toprak bir futbol sahası ve bir ucunda bisikletçi Remzi vardı. Piknik yaptığımız ormanlık alanlarımız vardı. Şimdi devasa Aksoy apartmanlarının bulunduğu ve dizi çekimlerinin yapıldığı Çamlık'tan bakınca Anadolu kıyısındaki evleri görürdük.Şimdi Etiler olarak bilinen adreslerin yerinde bomboş yeşil alanlar vardı ve Etiler Profesörler Sitesinin girişinde biterdi.Şamdan gece klübüydü.Daha sonra yanına açılan Sardunya ve ileride karşı köşede olan Klüp 29 Etiler'deki farklı mekanlardı...Etiler küçük küçük değişmeye böyle başladı...
Bir semt ile iletişimi nasıl bağdaştırıyorsun derseniz Etiler 1970 lerin ortalarında iki farklı oturan profili barındırırdı: Semt şehirden uzak ancak kısmen ucuz olduğu için oturmaya karar veren orta sınıf bir tabaka ve hem kültürel hemde finansal olarak zengin yada zenginleşen diğer bir tabaka.Dolayısı ile her 2 grupta Etiler'de oturarak farklı mesajlar veriyorlardı. Elbette bilerek yapılan bir iletişim değildi bu ama her 2 grupta çok rahat ve ortak bir mahalle ruhunda yaşayabiliyordu.Ben Hasan Ali Yücel İlkokulunda okudum.Bizim sınıf gerçekten çok kozmopolit bir sınıftı.Benim sınıf arkadaşlarım arasında babası sonradan İstanbul Üniversitesi Rektörü olanda vardı, Dışişleri Bakanı olanda ...ama aynı zamanda Etiler'de el arabası ile süt satan bir sütçünün oğlu Yakup ve babası Çamlıkta bir binada görevli olan Haşim'de sınıf arkadaşlarımdı..Yani sosyal sınıflar arasında farklar olsa dahi ortak paydalarda buluşuluyordu.Ve semt bu tip bir iletişimi çok net ve açık bir biçimde verebiliyordu.

Etiler özellikle 1990-2000 arası inanılmaz bir değişim geçirdi ve çok farklı bir kimliğe ve bu kimliğin sahibi olduğu bir iletişime geçti.
İlk olarak yeşil alanlar gri-beyaz binalar ile dolmaya başladı.Daha sonra yıllar önce buraya gelen orta sınıf mekanları bir rant olarak kullanarak kiralamaya / satmaya ve dolayısı ile işyerleri açılmaya başladı.Etiler ilk önce kalabalıklaştı daha sonra keyfini yitirdi.Bugüne bakacak olursak Etiler özellikle Etiler'de oturmayanlar tarafından bir sembol bir tarz olarak algılanıyor.Nedenini bilmediğim ve anlamadığım bir şekle büründü.Yazları Bebek ve Boğaz'a iniş yolu, kışları özellikle haftasonları ve akşamları bir restaurant-bar bölgesi.Ancak burada önemli bir konu var: Etiler hiçbir zaman bir yürüme-dolaşma -gezinme bölgesi olarak algılanmıyor.Buradaki iletişimin ana hedefi kullandığımız arabayı yada gittiğimiz restaurant yada kafe yada barı gösterme adresi olarak gelişti.Yani şimdiki iletişimi eski dönemlere göre çok farklı...

Semtin uğradığı dönüşüm semtte yaşayanların ve semtin verdiği iletişimi de direkt olarak etkiliyor.Marka olan şehirleri düşündüğümüz zaman İstanbul'un nasıl doğru düzgün bir iletişim planı yoksa bunun alt kırılımı olarak alabileceğimiz Etiler'inde böyle bir iletişimi yok.Garip, karışık, eksik kimliği olan  bir semt haline döndü.

17 Şubat 2011 Perşembe

İletişim ve Algıda Makyaj...

Çok fazla zaman olmadı.Zannediyorum geçen Aralık ayının son günlerine yakın bir zamanda Türkiyede özellikle danışmanlık alanında tanınan ve itibarı yüksek bir şirketin yönetici ortağından bir e-posta aldım..Yapmış olduğum başvuru sonucunda benimle görüşmek istediğini belirtiyor ve bunun mümkün olup olmadığını soruyordu..Elbette sevindim ve tabii ki dedim. İlk şoku görüşme yeri için gelen maili görünce yaşadığımı söyleyebilirim: Hepimizin bildiği son dönümlerin popüler " kahve " mekanlarından birinin Bebek şubesi..Sabah 08.30. İşin doğrusu 17-18 senedir profesyonel hayattayım ve defalarca iş görüşmesine gittim ve iş görüşmesine çağırdım..İlk defa kurumsal bir mekan harici iş görüşmesi yapacaktım.. Eşim benden çok şaşırdı bu işe..Ancak elbette benim doğrum mutlak doğru olmadığı için başka doğruları da rasyonel olarak kabul ediyorsunuz hayatta, özellikle iş hayatında............"Algı gerçektir" der Ali Saydam ve çok doğrudur..Neyse işin daha komik yanı ne ben karşı tarafı tanıyorum nede karşı taraf beni tanıyor...Biraz zorlandıktan sonra birbirimizi bulduk ve tanıştık..Ve görüşmemiz başladı..

İtiraf etmem gerekir ki beklediğimden daha profesyonel ve samimi bir görüşme oldu.1,5 saatlik bir görüşme sonucunda bu iş için kısa listede olduğumu öğrendim.. Şoklar devam ediyordu..Bir görüşme ile kısa listeye kaldığım ilk iş buydu herhalde.Görüştüğüm yönetici ortak benim on-line bir kişilik testi doldurmam gereğini ve en kısa zamanda Genel Müdür olan diğer yönetici ortak ile buluşturacağını söyledi.Test hemen geldi ve bende hemen doldurdum.Gerçekten 2-3 gün içerisinde arayarak bana uygun olan zamanı söylediler ve bu sefer ofislerinde bir görüşme yaptık..Kurumsal bir ortamda ancak çok zorlama sorularla dolu egosu çok yüksek bir 1 saat geçirdim.Profesyonel hayatın gerçekleri olduğu için bunlara şaşırmamayı öğreneli çok oldu.Bundan sonraki süreçler dahada enteresan geçti.

3 hafta sonra bir Cuma günü saat 12.00 de bir e-posta geldi..Benden Pazartesi günü sabah saat 09.30'da hazır olmak üzere bir sunum rica ettiklerini ve saat 12.30'a kadar da günümü ayrımamı istiyıorlardı. Yazı dili İngilizce anlatım dili Türkçe ve yönetim takımına yapılacaktı.Artık şoklara alışmıştım ancak ne kadar profesyonel olursanız olun hiç tanımadığınız bir ekibe hiç bilmediğiniz bir konuda ve en önemlisi onların sizden çok daha iyi olduklarını düşündüğünüz bir konuda ahkam kesecektiniz.Ve bu işe alım süreci için kesilecek bir ahkamdı...Stress ve sıkıntı elbette Cumadan başladı...46 saatte değil sunum kampanya yaratıp bitirdiğimiz günleri hatırlayarak en net bir dil ile sunumu hazırladım.Pazartesi sabahı saat 09.30 da ofislerinde oldum.İlk görüşmeyi yaptığım IK dan sorumlu yönetici ortak beni karşıladı ve bir odaya aldı."Aydın Bey sizden 2. bir sunum rica ediyoruz.Konunuz şu, süreniz 2 saat, internet ve kahve burada..Flip Chart şurada, buyurun " dedi...Şok üstüne şok böyle olurdu herhalde...Bilmediğim bir konuda yine ahkam kesecektim..3 saatte 2 kere...Kafamı ve moralimi toparlamak allahtan çok çabuk halloldu ve işe koyuldum. 2 saatte Flip Chart için düzgün bir sunum yaptım ve sunumları sunum saati 11.30 geldi çattı... 5 kişilik Yönetim Ekibi ile tanıştık.Sunum benimde tercih ettiğim gibi soru cevap olarak devam etti ve daha interaktif bir hale geldi.50 dakikalık sunum için 15 dakikalık bir değerlendirme süresi oldu..5 kişi tek tek değerlendirme yaptı..Ne var bunda diyecek olabilirsiniz  ancak kazın ayağı pek öyle olmuyor...Daha doğrusu işi bilen olduğunu zannettiğiniz ve algısı çok başka nokatalarda olan bir şirketin bu şekilde bir süreç yaşaması / yaşatması pek anlamlı gelmiyor...Netice itibarı ile yönetim kademesi için olsa bile bu değerlendirmelerin kişilerin yanında yapılması bana göre bir tatminden öteye gitmiyor.

Ben yönetici olduğum hiç bir kurumda bu tip bir süreç yaşanmasını tavsiye etmedim ve bundan sonraki dönemlerde de edeceğimi zannetmiyorum.Bu değerlendirmeler kişilerin öğretici egolarını öne çıkardığı / çıkarmayı çalıştığı bir süreç oluyor.Hele birde çoklu bir juri durumu var ise..Objektif olmaya çalışan ancak sübjektiflikte yanına yaklaşılmayan insanlar haline dönüyorlar.Gözünün üstündeki kaş adedi niye 42 değilde 43 şeklinde yorumlar bile yapılabildiği için iletişim anlamında bit tutarlılık yada güven ortamı sağlanamıyor.Elbette hak yememek lazım benim tecrübemde tabii ki doğru tespitler ve yorumlarda vardı..Sonunda 2. sunumuda 25 dakika içerisinde sundum ve görüşme çok medeni bir ortamda sonlandı.

Sonuçta özellikle Türkiyede algılanan ile gerçek resim arasında o kadar derin uçurumlar var ki bunu her geçen gün dahada net görebiliyorsunuz..Bu yalnızca kurumlar için değil aynı zamanda kişiler içinde geçerli.Dışarıdan güven veren güçlü bir kurumun iş süreçlerinde yaşadığı yada yaşattığı işbilmezlikleri kabul etmek pek kolay olmuyor.Özellikle kurumlar için bunu söylemek mümkün.

Dolayısı ile makyaj yalnızca kırışıklıkları kapatmıyor..


16 Şubat 2011 Çarşamba

İletişimde Güven

Benim bir kızım  var.4,5 yaşında yani iletişimin en sade olduğu ne naif olduğu bir çağda.Daha öğreniyor.İnsanlarla iletişimi aldığı enerji doğrultusunda inanılmaz becerikli olarak kurabiliyor.Daha dün gibi hatırlıyorum sözü çok klasik kaçabilir ama 4,5 yıl önce onunla ilk iletişimi kurduğumuz günü gerçekten çok net hatırlıyorum... 7 aylık doğduğu için kuvözde yaşama başladığı o ilk gün mini minnacık eli ile benim koca parmağımı yakaladığında hissettiklerimi bir daha hissetmedim.İletişim işte böyle kuruluyor.Kuvözde kaldığı 52 gün boyunca her gün onunla konuştuk, konuşmadığımız zaman müzik dinlettik, müzik ol(a)madığı zaman saçını elini okşadık yada hiç bir şey yapamasak dahi odasına girip ona o pozitif enerjiyi geçirmeye çalıştık..Hissetmesini sağladık, güven verdik...Ve bu iletişim tarzını hep benimseyerek bugüne kadar yürüttük.

Çok net söylemem gerekirse ister kişi ister kurumlar arası olsun iletişim en temel ve olmazsa olmaz ögesi güvendir.Eğer bu kurulmamışsa iletişim var denemez.Güven duygusu iletişimin yönünü belirler.Ne zaman ki yüksek güven duygusunu sağlarsınız o zaman hızlı, çabuk ve etkili bir iletişim ortamı yaratmış olursunuz.

Aslında ilk başta söz ettiğim kızım ile olan ilk iletişim günlerini örnek alırsak bir bebek dünyaya geldiği anda nasıl yeni yeni herşeyi tanıyıp büyüyorsa kişiler yada kurumlar arası iletişimde bu tarz bir yol haritası izler. İkili iletişimde kendini güvende hisseden taraflar tutarlı ve sağlıklı bir ilişki içerisinde olur ve bu iletişim yolu ile kendini iyi hisseder. Amerikalıların kullandığı bir ifadeyi inanılmaz severim" Hidden Agenda / Gizli Gündem " derler..Ne zaman ki gerek kişiler gerekse kurumlar arası bu tip ilişkiler oluşur, güven kendini yavaş yavaş yer o zaman ikili değil monolog tabir ettiğimiz tekil iletişim ortamına doğru gidiş başlar ki sonu pek mutlu bitmez.

Birde gündelik hayatımızdaki vazgeçilmezimiz var :Teknoloji...İletişimin gerek boyutu gerçekten son dönemlerde çok farklı bir düzeye çıktı.Günümüzde artık cep telefonuyla başlayan, internette süren her türlü enformasyon ve dezenformasyonun kolayca yaşanabildiği bir zaman geçirmekteyiz. Birebir iletişimde olmazsa olmaz olan güven elbette burada da önemini devam ettiriyor ancak insanoğlu teknolojinin nimetlerinden(!!!) bu alanda faydalanmasını biliyor ve güven etrafında zikzaklar çizebiliyor ve teknolojinin bır de karanlık yüzü olan iletişimsizlikle karşılaşıyoruz.  Güvenin kendimize samimiyetle başladığı, karşımızdaki bireyin de bıraktığımız ve karşımızdaki bireyin de bizde bıraktığı imajla, iletişime geçerek biraraya getiriyoruz. Ancak günüzde teknolojinin iletişimde sağladığı faydaların yanında güvensizliğide yaşadığımız bir dönemdeyiz.

Kişiler yada kurumlar bir maske arkasına saklanmadan ve samimiyetle, tutarlılıkla iletişimlerini sürüdürebildikleri zaman bir kazan-kazan durumu oluşur ve herkes hayatına mutlu devam eder.Gerisi boştur.